imza


                                            imza

herkesin bu hayatta muhakkak en az bir imzası vardır. benim imzam ise 13 oldu. hayatın bana bahşettiği bir imza. yaşamım boyunca irili ufaklı her eserimin altına hacimli bir şekilde dolduracağım kimliğimin kırgın, sitemli ve yıllanmış imzası. yani 13’ün var oluş hikayesi bu... 


sabah yan odadan gelen mızıka sesleriyle uyandırır, bu işi ritüele ve sürekliliğe kavuşturduktan sonra birden bire uzun bir süre ortadan kaybolurdu. uzaklara giderdi ama yine gelmesini de bilirdi. bu gelişler kimi zaman boy boy oyuncak tırlarla , kimi zamanlarda da paket paket legodan yapbozlarla olurdu. belki de tekrar gelişinin sebebi benimle beraber oynadığı oyunların henüz bitmemiş olması idi. daha çalınacak notaları, dikeceğimiz legodan evlerimiz vardı belki de…


bi keresinde ağlama krizine tutulduğum bir gece yarısı o ahenkli mızıka beni kollarına alıp camdan dışarı doğru oyuncakçı erola bağırmıştı. suçu ne olabilir ki oyuncakcı erolun hem gecenin bi yarısı ne yapmış olabilirdi ki ? aslında mızının o gece ve hayatının geri kalan kısmında da anlamadığı veya benim ağlamaya başvurarak anlatamadığım isyanım : “uzaklara gitme ,yanımda kal baba” demekten başka bir şey değildi. yani mızıka içindi o gece ve sonrasındaki isyanlarım. artık infaz isteyen bi çığlıktı benimkisi ve yaşı itibariyle hayatı tam anlamıyla bilmeyen ama ayrılığımızı ve absürt baba - oğlun ilişkisini de sezen bi çocuk narasıydı.  


ilerleyen günlerde mızıkanın uzun soluklu kesildiği zamanlar, her gece çalmasını beklediğim yeşil turkuaz telefonumuz mesela, ayrı bi büyüsü vardı. mızıka senfonisinin reklam araları gibiydi ,tat kaçırıcı ama yine de güzeldi. bi keresinde n’pacağımı bilemeyip o yeşil telefonu ağzıma aldığımda kafamın içersinde “baki baki oğlum” diye yankılanan o tiz, ahenkli ,atik ses... tanıdıktık sanki... babamın ya da benim metinde isimlendirdiğim gibi mızıkanın ta kendisi. telefonu o evde bu kadar değerli yapan da onun sesi idi. bunu o zamanlar idrak edemesem de mızıkanın sesi artık yavaş yavaş azalıyor ve yerini yeşil telefonunun zil sesine bırakıyordu. mızıka uzaktaydı belki ama şimdiki sureti yeşil - turkuaz bi telefon olmuş gibiydi. kavramlar değişiyordu. bir gün mızıka ile yan odadan gelen senfoni yarın koridorda beni tınısıyla büyüleyen yeşil bi’ telefonla karşıma çıkıyordu. peki ya bekleyişler? beklenen günlerin yeni bi sureti yok gibiydi ve hep aynı kaldı…

her gece annemin beni uyandırması için tembih ettiğim, uyandırmadığında hep sen konuşuyorsun diye kızdığım, yarı uykulu yeşil turkuaz telefonumuzun nöbetlerime evrildi zaman. everildi, evrildi ama o da sürekliliğini küçük bi periyoda sığdırmış gibi görünüyordu ya da ben artık nöbetlerime güçsüz düşüyordum. bunu anlamanın yolu çok basitti telefonun her çalmadığı geceler yeşil telefonla bakışarak bazen de gözü yaşlı yorgan altı isyanlarla sona ererdi. yan odadaki genç kadına gelecek olursak o bu gecelerde genelde kendi kendine konuşuyor bazen ağlıyor ve her gece iyiden iyiye soluyordu. yani anlayacağınız eskisi gibi çalmıyordu yeşil telefonumuz. kim bilebilir belki bir şeylere kızmıştı ve aynı mızıka gibi o da uzaktan çalan bi tınıya boğmuştu kendini…


doğuş, gelişim ve son.

gelişim, doğuşun bi uzantısı olarak başladı ve her yaz beklenen kaliteli oyuncak arabalar da işin cabasıydı. gelişim sonrasında bir sene diyip gidenin bir daha gelmediği, geri dönülmeyen ,notaların bittiği, oyunun artık sona ereceği final gününe yaklaşıyordu. aslında o finele kadar ne yazlar geçti ne de kışlar ama filizlenen bitkiler ağaç oldu, küçük büyüdü, kozasından çıkması an meselesi oldu. fakat kendini sessizliğe boğan materyellerin bir avuntusu vardı “bir yıl sonra yine burdayım babacım” diye. ve ben bir yılın 12 aydan oluştuğunu bilecek kadar büyümüştüm artık ama mızıkaya veya yeşil telefona da yargısız bi infaz yapmamak gerekti. -yani aslında annem öyle söylerdi-  mızıka için bir yıl belki de daha dolmamıştı. belki de mızıkalar için yıllar aydı ve bir tam yıl ise onlar için 13 aydan oluşuyordu. ancak tüm bunlar neyi değiştirirdi ki? çünkü kendi elleriyle diktiği yapbozdan kuleler bu sefer bi daha hiç dikilmeme suretiyle yıkılmıştı bile… tüm oyunların bittiği bi’ sondu bu.

  

peki nedir bu on üç? bir sene diyip yılın hiçbir zamanı gelmeyecek olan 13. ay mıydı yoksa bir sene diyip 13 yıl sonra birdenbire kapımın önünde beliren, beklemeyi bile unuttuğum ;küçük ,uzaktan kumandalı ,tenekeden tırlarım mıydı veya yıkılmış olan yapbozdan evlerimin yeni parçaları mı?                                                                                 -13🎵 Kayra - Olmadım Say

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yalnızlık

Şık

Boşluk